Gece üzerine notlar
- Reha Kuldaşlı

- 2 Nis 2020
- 1 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 14 Eyl
Nedendir bilinmez, "güpegündüz" yaşanan vahşet, gece kopandan daha gayrimeşru görünür: Adeta vahşet gecenin özüne bağışlanmıştır. Folklorik anlatılara da sirayet etmiştir bu: Gece varlıkları gündüz dışarı çık(a)maz; gündüz vakti çalışmaya, faydaya, verime, sıcak ekmek kokusuna ayrılmıştır. Bu dünyaya ait olmayanların gündüzde yeri yoktur, öl(e)meyen ölüler gecenin karanlığında sıkışmıştır. Sonsuz geceye mahkum olmak ölümsüzlüğün bedeli olsa gerek.
Gecenin böyle algılanması optik bir meseleden ibaret değil elbette, fenomenolojik bir mesele. Gece ile gündüzün dünyası ayrı iki dünyadır, farklı varoluş kipleridir. Bu da dile sirayet etmiştir: Gece her zaman "çökendir;" Güneş ise "doğar," şafak "söker." Fakat gün, geceye doğru "batar".
Şairler ve sanatçıların, faydaya dayalı üretim sisteminin dışında bulunan bu sarfiyat ustalarının geceye meftun olmaları şaşırtıcı olmasa gerek. Düşünürler için de çoğu zaman durum böyledir. Kendini yakıp tüketenler, alevinin ışığını ancak geceleyin görebilir. Dolayısıyla gece, şairin ve sanatçının kendini sınadığı, yakıp tükettiği bir zamansallıktır.
Karanlık, bir anlamda zamanı ve mekânı birbirine yaklaştırır. Gecenin karanlığında, yönsüzlüğünde, göremesek de orada olduğunu bildiğimiz yıldızların sonsuzluğunda mekân zamansallaşırken zaman da mekânın yılgın durağanlığına bürünür. Bundandır ki gece hep sonsuza açılan kapı olarak görülmüştür. Öyle ki mutlak geceye, evrenin dipsiz uçurumuna baktıkça zaman dahi tersine akar.





